MERHABA
TURGUT REİS
Sıralovaz’ın Karabağ Köyü çobanı Veli’ye oğlu Turgutça’nın doğum haberi (1485) verildiğinde içi içine sığmamıştı. Artık sürüyü önüne katıp dağa doğru sürecek, kendisine yardımcı olacak bir oğlu, desteği vardı.
8 yaşında çobanlığa başlayan Turgutça babası sürüyü dağlara doğru sürdüğünde içine karanlıklar basıyor, denize doğru gittiklerinde sanki kanatlanıp uçuyordu. Sürüden önce sahile doğru ciğerleri yırtılırcasına koşuyor, arkasında kendisini takip eden yüzlerce ayak sesini duymayıp dalgaların sahilde yarattığı “fışş” “fışş” nağmelerini içinden kopup gelen çağlayanların sesiyle eşleştiriyordu.
ARŞİPEL
Arşipel’de öylesine bir çekicilik vardı ki, insan ister istemez bu çekime karşı gelemez sürüklenip kendini dalgaların içinde buluverirdi. Arşipel’e yakışan renk dünya renk çizelgesinde “Türk Mavisi” olarak unutulmayacak bir makama kurulmuş ve turkuaz adını almıştı.
Yıldız, gezegen, ay ve gökyüzündeki her cins ışığın çırpınışı Arşipel’de yakamozlara can olur, denizi renk cümbüşüne çevirir. Dünyanın hiçbir yerinde yakamoz Arşipel’deki kadar canlı olamaz, parlamaz. Venüs ile Jüpiter, Andromeda ile Orion, Sirius ile Canopus ve gökyüzünde geceleri ışık adına ne kadar nesne varsa Arşipel’den başka yerde bundan daha fazla parlayamaz.
Aslında yakamoz denilen şey, denizdeki varoluşunu ışığın içine sığdırmış minicik bir yaratıktır. Hareketten kaynaklanan enerji ile hayatın ışığa dönüşmesi yakamozun yaşamına hediye olarak sunulmuştur. Bu dönüşümün öyküsü binlerce yıldır insanların kalplerindeki aşk ve sevginin simgesine bürünmüş, onlar adına nice eserlere konu olmuştur.
Hatta öylesine ki, aşkta sevgilinin betimlenmesinde yakamoz pırıltıları taşıyan gözler seveni kendi içine çeker, onu çaresiz bırakırdı. Arşipel’in yürekte yarattığı harlanmayı ve karşı konulamaz çağrısını kavrayamayan Batı edebiyatı aynı tınıyı mitolojik denizkızlarının ve sirenlerin kayaların üzerine oturup saçlarını tararken, lir çalarken çıkardıkları nağmelerde aramıştı
Turgutça, daha dört yıl önce, kendi köyünde Cenevizliler’e karşı kazandığı ilk zaferinin sevinciyle kendisini bir kadırganın başüstünde, göğsünü rüzgara siper etmiş, Arşipel’de yol alırken hayal etmişti. Onun gözlerinde çakan yakamozlar Arşipel’dekinden az değildi. Bu iç çekişe, bu sevdaya, bu çağırışa cevap vermek için bekleyecek hiç zamanı yoktu. Bir an önce denize açılmak, suları yarmak, içinde gittikçe harlanan ateşi rüzgarlarla birazcık da olsa örselemek için anacığını köyde yalnız bırakıp deryalara kavuştu. Bu sevda öylesine hızlı ilerlemişti ki Turgut Reis 17 yaşında fener yakmıştı (1).
Eğer hayatın içinde bir hareket varsa ve bu hareket sürekliyse o zaman denizler hatırlanmalıdır. İşte bu hareket ve süreklilik Turgut Reis için tam bağımsızlık ve kesin hürriyet demekti. Onun için bu ortamı sağlayabilecek tek yer denizlerdi (2).
HEYBELİADA VAPURU
10 ağustos 1978 günü sabahı babamla Heybeliada’ya gitmek üzere eski Galata Köprüsü’nün Yeni Camii tarafından kalkan ilk ada vapuruna yetişirken elimizdeki sıcak simitler dumanlarını arkamızda bırakıyordu. Turgut Reis’in 17 yaşında kendi kadırgasına reis olduğu gibi, ben de 13 yaşında İstanbul Şehir Hatları ada vapuruna kumanda yetkisi olmayan bir kalyon kaptanı edasında biniyor, sözümü hiçbir zaman dinlemeyecek tayfalarıma kendimce bir sürü emirler vererek bir saat yirmi dakika sürecek ilk uzak yol seferime açılıyordum.
Moda sahillerini iskele tarafımızdan bordalarken karşılaştığımız büyük dalgalar bizi hedefimize ulaşmaktan alıkoyacak mıydı? Biraz daha ileride pruvamızda bulunan ve Bostancı’dan kalkan diğer ada vapurları bize çapariz verecekler miydi? Limanımıza sağ salim ulaşabilmek mümkün olabilecek miydi? 13 yaşındaki bir Şehir Hatları Kalyon Kaptanının hayalleri 500 yıl önce yaşamış Akdeniz fatihi Turgut Reis’in hayallerine yetişebilecek miydi?
Halikarnas Balıkçısı’nın Turgut Reis adlı romanı ilk kez 1966 yılında yayınlanmıştı. Ben ise romanı ilk kez 1978 yılı başında okuma fırsatı bulabilmiştim. Harçlıklarımla aldığım ve o zamanın en tanınmış romanlarını bir bir tüketmiş ama denizde insan yaşamına sığdırılmış fırtına gibi geçen hayatı ilk kez okumuştum.
Turgut Reis ile ben de seferlere çıkıyordum, bir kere Korsika’da görünüp hemen ertesinde Malta Kalesi önlerinde travers yapıyordum, sonra ver elini Trablus ve oradan da Cerbe Adası. Canımız sıkılınca Cezayir’e yelken açıyorduk. Dostum, Kaptan Paşam, reisim son seferi Malta kuşatmasında şehit oluverdi (23 Haziran 1565). Ben de derya ortasında yapayalnız kalıverdim. Ama Sancağımız toka’da kalmalıydı, öyle de yaptım.
Vapurumuz Kınalıada ve Burgazada iskelelerinden sonra Kaşık Adası’nı iskele taraftan bordaladı, Değirmen Burnu’ndan sancak tarafa dönüp Heybeliada iskelesine yanaştı. Kazasız ve tam emniyetle uzak yol seferimiz son bulunca derin bir “oh” çekmiş, çımacılar hariç tayfalar ve diğer kaptanlarla vedalaşamadan karaya ayak basmıştık.
Fotoğraf: 1900’lü yılların başında Deniz Lisesi binası
Limana sağ salim ulaşmanın huzuru ile yürüyerek batı ucunda Tarik-i Dünya (Terk-i Dünya) Manastırı bulunan Çam Limanı’nın kuzey sırtı tepesindeki Deniz Lisesi’ne (3) gitmek üzere yola çıktık. Sağımızda solumuzda bulunan ahşap evlerin arasından, Halki Palas’ın önünden geçerek tepeye tırmandık. Onlarca yaştaki kocaman çam ağaçlarının arasındaki bembeyaz binalar beni kendisine öyle bir çekti ki, lumbarağzında babamla çok kısa süren zorunlu bir vedalaşmadan sonra “iyi ki geldim” diyerek denizlere ilk gerçek yelkenimi açtım.
Bu seyirim tam 30 yıl sürdü.
Başka seyirler de yaptım. Çok güzel limanlar gördüm. Çok iyi insanlarla karşılaştım, tanıştım, yemek yedim, kültürlerinden etkilendim, kültürümüzü anlattım, tanıttım.
Deniz sevdası başka bir şeydir. Bazı şeyler anlatıldığında bilmeyenler tarafından anlaşılmayabilir, inandırıcı da olunamayabilir. Denizler gizemlidir, güzeldir, korkutucudur, üstünde durmak insan üstü çaba ister, gücünün büyüklüğüne inanamazsınız, içinde yaşadığınız çaresizliği anlamlandıramazsınız, ama bir yandan da kopamazsınız.
Tamamını topladığınızda bu sevdanın binlerce yıldır durmaksızın büyüdüğünü, gelişen teknoloji ile hayal ötesi boyutlara ulaşabildiğini, neredeyse her şeyinin keşfedildiğini sanırsınız ama sahilde önünüzdeki sualtının 10 metre aşağısında yaşayan henüz keşfedilmemiş nice küçük canlıların bulunduğunu duyar da şaşırır kalırsınız.
Sizlerle seyrime devam etmek istiyorum,
Bismillah halatlar fora, hepinize Merhaba,
1-Eski denizci deyimlerine göre gemilere kumanda eden kaptanlara “fener yakmış” denirdi.
2-Katip Çelebi Turgut Reis’in doğrudan doğruya leventliğe başladığını söylüyor. “… sonunda deniz levendine karıştı, yüreklilikle ün aldığından giderek levent takımının kapudanlığı kendisine verildi. (Bkz. Tuhfetü’l-Kibar Fi Esfari’l-Bihar). “
3-Bu okul 1831 yılında Heybeliada Ticaret Okulu olarak faaliyete başlamış ve I. Dünya Savaşı’ndan sonra Bahriye’ye devredilerek Çarkçı Mektebi, sonrasında ise Deniz Lisesi olarak faaliyet göstermiştir.
Bu yazım 8.3.2017 tarihinde Deniz Ticaret Gazetesinde yayınlanmıştır.