İSTANBUL’UN GİZEMLİ DENİZ TRAFİK KONTROL KULESİ
İstanbul’un göbeğinde,
Dünyanın merkezinde,
Tam burnunuzun ucunda duruyor, belki defalarca önünden, arkasından geçtiniz, Paşa Camii sokağından yokuş yukarı çıkarken duvarına yaslanıp soluklandınız, farkında olmadığınız için kafanızı da kaldırıp bakmadınız, “bu nedir?” diye.
Sırtınızı yasladığınız duvarın yaşı 1000 yıldan fazla. “Zaten sadece bir duvardı orası” diyebilirsiniz ama üstünü, içini ve arkasını görmediniz, bilemezsiniz.
Anlatacağımız kule Galata Kulesi değil, bu kule yapılıp bittiğinde daha Galata sırtlarında ne bir kule ne de Galata surları vardı. Birçok çoban koyunlarını keçilerini otlatıyordu o Galata topraklarında. Galata kulesi ve bağlısı diğer kuleler neredeyse 300 yıl daha yerinde olmayacak
Yakından baktığınızda göremeyebilirsiniz ama Karaköy tarafından tarihi yarımadaya doğru dikkatlice bakın, ama dikkatlice bakın, “Aaaa” diyeceksiniz, “işte orada”.
Yolculuğa başlıyoruz. Gözlerinizi kapatın. M.S. 1000 yılının öncesinde, İstanbul’dayız, Mercan’dan Çakmakçılar Yokuşuna doğru iniyoruz. Biraz aşağıda yokuşun ortasında Valide Han var, işte o hanın içine girin, dar ve karanlık koridorlardan yürüyün, kulenin giriş kapısını bulacaksınız.
M.S.1000 yılının öncesinde, o zamanlar adı Konstantinapolis (Konstantin’in şehri) olan İstanbul’un sevdalısı, belalısı çoktu. 29 Mayıs 1453 tarihine kadar İstanbul 32 kez kuşatılmış, bunların 11’i başarılı olmuş; 1 kuşatma sadece denizden, 7 kuşatma sadece karadan, diğer tüm kuşatmalar ise deniz ve kara birlikleri vasıtasıyla yapılmıştı.
İmparator Konstantin’in M.S. 324’de Bizans Devletini kurmak üzere yapmış olduğu kuşatmayı hariç sayarsak, ondan önceki 9 kuşatmanın 5’i ve bu kuruluş sonrasındaki 10 kuşatmanın sadece 1’i başarılı olabilmişti 1.
M.S.1000 yılından önce Türklerin büyük bir kısmı henüz Müslümanlığı kabul etmemişti, Türklerin Anadolu topraklarına girmelerine 100 yıl kadar bir zaman vardı. Hele hele Türklerin Haliç’e girmelerine engel olmak için zincirli bir engel sisteminin kurulması hayal dahi edilmemişti.
Emevi Araplar 3 kez İstanbul’u kuşatmışlar, hatta ikinci kuşatmada (M.S. 717-718) 1800 parça gemi ile Ege’de birçok adayı fethedip Marmara’ya girerek İstanbul Boğazına yerleşmişler ancak kuşatmada yine başarısız olmuşlardı. Aynı yıl “bir insanın hatırlayabildiği en dayanılmaz kış” olarak tanımlanmış, Arap Donanması komutanı Amiral Süleyman da dahil olmak üzere donmuş olan birçok Arap denizcinin naaşları İstanbul Boğazının akıntısına bırakılmıştı.
Venedikliler sadece ticaret için İstanbul’a gelip gidiyorlardı. Henüz bir yerleşim veya kolonileşmeleri söz konusu değildi.
Dönemin en güçlülerinden Cenevizliler Karadeniz kıyılarında koloniler kurmamışlar, ancak gemileriyle serbest ticaret yapıp Bizans Devletinin ihtiyaçlarını Karadeniz kıyılarından İstanbul’a getiriyorlardı. Galata’da geçici olarak kendilerine verilen küçük bir yerleşim yeri bulunmaktaydı.
Saraylar, dev hipodrom, eşi benzeri olmayan Aya Sofya Kilisesi, kocaman devlet daireleri, düzgün yollar, limanlar, tersaneler, her meydanda pirinç döküm heykeller, savaşlarda başarıları gösteren dev sütunlar, kiliseler, eşsiz güzellikteki bahçeler, Trakya’dan kemerler vasıtasıyla en ücra köşelere kadar getirilen şırıl şırıl su sesleri ve sınırsız yiyecek kaynaklarıyla; Bizans Devleti İstanbul’un güvenli surlarının içinde vatandaşlarına muhteşem zevkli bir yaşam sunuyordu. O dönemde varlık gösteren tüm dünya devletlerinin kıskançlık, düşmanlık2 ve hayranlıkla izledikleri bu güzel yaşam alanının emniyet ve güvenliği de en ön planda olmalıydı. Zira en büyük tehdit hep denizden geliyordu.
Nüfusu 500 bin kişiye dayanan İstanbul’u besleyebilmek ve ihtiyaçlarını görebilmek için Doğu Akdeniz sahilleri, Afrika’nın kuzey sahilleri ve Karadeniz’den gelen mallar Haliç’teki tersane ve limanların depolarına boşaltılıyordu. Dönem itibariyle kürekli gemiler de çoğunluktaydı ve liman zamanlarında en büyük tehlike kürekçilerin/forsaların nerede duracakları idi. Gemiler limandayken forsalar karaya çıkartılıp zindanlara kapatılırdı ki ayaklanıp gemileri ele geçirmesinler. Ayrıca gemilerin ana tahrik kaynağı olan forsaların gemilerde çıkan yangınlardan korunması için kapalı bir yerde tutulmaları çok önemliydi.
Bizans Devletinin Marmara Denizi kıyılarındaki limanlarında kuşatmalar nedeniyle yaşamış olduğu kötü tecrübeler Haliç tarafının yeni yeni yapılaşmasını zorunlu kılıyordu. Sarayburnu ve Sirkeci arasındaki Prosforion limanı, Sirkeci ve Galata Köprüsü arasındaki Neorion limanı gittikçe gelişiyordu. Daralan alanlar nedeniyle donanmanın Kasımpaşa deresi tarafındaki tersanelerin olduğu bölgeye doğru kaymaları gerekiyordu. Limanların hızla gelişmesi, donanma tersanesinin güvenliğinin sağlanması zorunluluğunu da ortaya koyuyordu. Bu nedenle limana hangi gemiler girip çıkıyor, nereden gelip nereye gidiyorlar, dost mu, düşman mı mutlaka bir kayıt tutulmalıydı.
Ayrıca bu kadar kalabalık bir şehirde devlet binaları ve saraylar hariç insanların yaşadıkları evlerin büyük bir kısmı ahşaptan yapılmıştı. Yangın devlet binaları ve yaşam alanları için en büyük tehlikeydi. O dönemde küçük bir noktadan çıkan kontrolsüz bir kıvılcım birçok değişik etmenle birleştiğinde şehir için bir kabusa dönüşebiliyordu.
Başlangıçta da söylediğimiz gibi henüz Galata kulesi yoktu. O zaman liman giriş çıkışları ve yangın gözetleme amacıyla yüksek bir yere; gerçekte bir liman trafik ve gözetleme kulesine ihtiyaç vardı.
Kimin emir verdiği, kimin yaptığı belli olmayan İrene Kulesinin hikayesi işte şimdi başlıyor.
Doğabilimci Petrus Glyyus3 takıntılı Fransa Kralı 1. Fransis tarafından 3 adet İrene (İrini) Kilisesi ve antik yazmaları bulması için İstanbul’a gönderildi. 1544-1547 yılları arasında kaldığı İstanbul’da birçok yapıyı araştırıp antik belgeler topladı. Aslında kendisi de aradığı kiliselerin Aziz İrene’ye mi yoksa İmparatoriçe İrene’ye mi ait olup olmadığını bilmiyordu. Ama Aya İrini kilisesi hariç diğer iki İrene kilisesini bulamadı. Söylenti ve duyduklarına göre İrene isimli bir kilisenin Galata surları içinde kaybolup bir iz bırakmadığını, diğer bir İrene kilisesinin ise şimdi bahsettiğimiz İrene kulesi olduğunu kitabında yazdı4.
Kule yapısı itibariyle oldukça yüksek, üzerinde bir çatısı ve dört tarafa bakacak pencereleri olacak şekilde inşa edilmişti. Tarif böyleydi.
Kulenin ne işe yaradığına dair geliştirilen teorilerden biri de Alman araştırmacı Alfons Maria Schneider tarafından “Mauern und Tore am Goldenen Horn zu Konstantinopel” isimli kitabında açıklanmış. Schneider kitabında İrene Kulesinin bir “vigla” yani gözetleme/gözcü amaçlı bir kule olduğundan bahsetmiş.
Evliya Çelebi de Seyahatname‘sinde İrene Kulesinden bahsetmiş. Seyahatname‘sinde İstanbul hanları ile ilgili bilgi verirken, Valide Hanı’nın Cerrah Mehmet Paşa’nın sarayının üzerine inşa edildiğini ve bir tarafında “cihannüma (her yan görülebilecek şekilde yapılmış)” kulesi olduğundan bahsetmiş. Kule 1575-1623 yılları arasında Cerrah Mehmet Paşa sarayının cihannüma yani seyir amaçlı kullanılan kulesi ise, bu yeni işlevle beraber bazı değişikliklere uğramış olması muhtemel. Kubbeli çatı örtüsü ve bazı tarihçilerin söylediği gibi yüksekliğindeki azalma bu dönemde de yapılmış olabilir 5.
Valide Han, Osmanlı tarihinde önemli bir yeri olan Kösem Sultan tarafından yaptırılmış bir han. Han duvarları kule ile birleştirilmiş, kuleyi içine almış. İrene Kulesi bir zamanlar zindan olarak kullanıldığı gibi o dönemde de Kösem Sultan’ın gizli hazinesini sakladığı yer olarak da anılmakta. Kösem Sultan’ın öldürülmesiyle birlikte, Padişah V. Mehmet’in annesi Hatice Turhan Sultan Valide-i Muazzama’nın (Kösem Sultan’a verilen lakap) tüm gizli hazinesini saltanat hazinesine aktarılmasını sağladı.
İstanbul ile ilgili yapılan bazı gravürlerde ve çizimlerde, İrene Kulesi tasvirleri de var.
İrene Kulesi’nin ayrıntılarını gösteren en erken tarihli kaynak, Matrakçı Nasuh tarafından 1537 yılında yapılmış tarihi yarımada ve Galata’nın gösterildiği gravür. Bu gravürde İrene kulesi tek başına yüksek bir kule olarak çizilmiş, üst kısmı çatılı ve kiremitli.
İkinci en önemli kaynak Lorichs’in panoraması. 1559 yılında çizilen İstanbul panoramasında İrene Kulesi oldukça yüksek bir kule şeklinde çizilmiş ve bu kulenin resmi bir devlet kuruluşuna ait hapishane olduğunu söylenmiş. Kulenin boyu neredeyse Süleymaniye Camii’nin minarelerinden daha yüksek. Haliç Limanı’nın üst kısmında ve yüksekliği fazla olan bir kule olarak yansıtılan İrene Kulesi bugünkü durumu ile çizimdeki yüksekliği karşılaştırılırsa; orijinal yüksekliğinin çoğunu kaybetmiş görünüyor.
Matrakçı Nasuh’un 1537 yılında çizdiği İstanbul gravürü ile Lorichs’in 1559 yılında çizdiği İstanbul panoraması çizimi kulenin açıkça belli olduğu çok değerli çizimler.
Böylece Matrakçı Nasuh gravürü ve Lorichs panoramasının ortak bileşeni İrene Kulesinin günümüzdeki yüksekliğinden çok daha yüksek olarak tasvir edilmiş olması. Diğer taraftan bu yüksekliğe bir şekilde müdahaleler olduğu da göz ardı edilemeyecek bir husus.
Bazı eski fotoğraflarda da İrene Kulesi detaylı bir şekilde incelenebiliyor.
Pascal Sebah tarafından 1868 yılında çekilen fotoğrafta, İrene Kulesi çevresindeki kaçak ekler henüz yok. Kulenin yüksekliği hanın diğer kısımlarından iki kat daha yüksek. En üst bölümde; çatı yok, Matrakçı Nasuh ve Lorichs tarafından çizilen pencereler görünmüyor. Kulenin yüksekliğinin oldukça azaltılmış olduğu açıkça görünüyor.
Kule hakkında yazılmış kaynakların hiçbirinde hangi amaç için inşa edildiği belirtilmemekte. İnceleme yapan tüm araştırmacılar kulenin genel olarak bir gözetleme kulesi olduğu konusunda hemfikir. O zamanın yaşam şartlarını, yerleşim şekillerini, gemi trafiğini, yangın güvenliğini, forsaların durumunu da düşünürsek benim yorumum İrene Kulesinin antik tarihte mükemmel yükseklikte ve kesinlikle bir liman gözetleme, gemi trafik kontrol kulesi olduğu yönünde. Kulenin iç ve alt kısmındaki geniş boşluk ise yapıldığı tarihten günümüze değişik zamanlarda zindan, hapishane, kilise, gizli hazine saklama yeri, mescit, depo, üretim atölyesi olarak kullanılmış, halen depo olarak kullanılmakta.
(1). Bahsettiğimiz dönem M.Ö. 510 ve M.S. 1000 yılları arasındadır.
(2). Bu düşmanlık 1204 yılında Latin İstilası olarak tarihe geçecek, Kudüs’ü ele geçirmek için yola çıkan Haçlı Ordusu İstanbul’da duraklayıp İstanbul’u ele geçirecek ve talan edecektir. Aynı olay 13 Kasım 1918 ve 16 Mart 1920 tarihlerinde iki kez İngilizler tarafından tekrarlanacaktır. Ancak Mustafa Kemal Atatürk’ün dahiyane siyaseti ve askeri taktiği ile bir kurşun dahi atılmadan 6 Ekim 1923 tarihinde İstanbul İngiliz işgalinden kurtulacaktır.
(3). Petrus Gyllius veya Gillius (veya Pierre Gilles) (1490–1555) Fransız doğa bilimci, topograf ve çevirmen.
(4). İstanbul ile ilgili Latince yazılmış iki eseri vardır. Bu eserler 1561’de basılmıştır: Petri Gyllii de Bosporo Thracio Libri III (Petrus Gyllius’un İstanbul Üzerine Üç Kitabı) ve Petri Gyllii de Topographia Constantinopoleos et de Illius Antiquitatibus Libri Quatuor (Petrus Gyllius’un İstanbul’un Tarihsel Topografyası ve Eski Eserleri Üstüne Üç Kitabı).
(5). İstanbul’da Bir Orta Bizans Dönemi Kulesi: İrene Kulesi. Sevcan Ercan, Yüksek Lisans Tezi
Bu yazım 22.02.2021 tarihinde Deniz Ticaret Gazetesinde yayınlanmıştır.