BİR DENİZCİNİN ANNESİ
9 Ağustos 1978 günüydü.
“Emin misin?” diye sordu.
Yarı bilinçli, yarı bilinçsiz bir şekilde “Evet” dedim.
Ben 13 yaşındaydım,
O 41 yaşındaydı.
BİR YIL ÖNCESİ
Ankara’da yaşıyorduk. Yazın İstanbul’a gittik beraber. Bu konuşmamızdan neredeyse bir yıl önce, 16 Ağustos 1977’de, Dragos’ta teyzemin evinin verandasında ikimiz beraber oturup radyodan gelen nağmeleri dinlerken Kartal yönüne ağır ağır gidip gelen çektirme ve takaların motorlarının “pat-pat” sesleri koca koca çam ağaçlarıyla dolu Dragos yamaçlarında yankılanıyordu.
Yamaçlardan aşağıya akan reçineli çam ağacı kokuları üzerimizi yalayarak o zamanki adıyla boş Maltepe sigara fabrikasının çatılarından denize kavuşuyordu.
Radyodan dinlediğimiz müzik kesilip de haberler başladığında Elvis Presley’in ölüm haberini aldık.
Belli ki kendisinin de gençliğinde sık dinlediği Elvis artık yoktu. “Üzüldüm” dedi.
Tek tek isimlerini hatırlayamıyorum ama evdeki pikabımızda çaldığımız bir sürü 33 ve 45’lik plaklarımız vardı. O dönemde herkeste olmayan bir ayrıcalıktı pikap sahibi olmak. Ev toplantılarına giderken yanınızda plaklarınızla giderdiniz. Onların içinde Elvis’in plaklarının da olduğuna eminim.
Verandanın karşısında Adalar sanki ayağımızın altında, Heybeliada’yı rahatlıkla görebiliyordum. Deniz Harp Okulu’nun bembeyaz duvarları o zaman henüz bir tatil beldesi bile olmayan Bodrum evlerinin duvarlarından bile daha beyaz gibi gelmişti bana. Gizli bir çekicilik gözlerimi sürekli o tarafa yönlendiriyordu.
Elvis’i umursamayıp konuyu değiştirircesine “Seneye ben de oraya gideceğim” dedim parmağımla işaret ederek. Gözlerimin içine baktı. Sonra hafifçe başını öne eğdi. Bir şey söyleyecek gibi geldi, yutkundu, diyemedi.
Ara sıra gittiğimiz Bostancı ve Kadıköy vapur iskelesine yanaşan Şehir Hatları vapurlarından inen bembeyaz elbiseli bahriyelileri gördüğümde bir sene sonra aynı vapurdan benim de ineceğimi o andan önce asla tahmin etmemiştim.
İstanbul Dragos’ta kaldığı sürelerde kendisi de mutlaka denizcileri beyaz elbiseleri ile görmüştü. Benim söylediklerim karşısında kim bilir aklından neler geçmişti.
Ankara’da yaşıyor olmamız; benim İstanbul’a gelecek olmam; onunla benim aramda ulaşılmaz uzaklıklar yaratacak olabilirdi. Yılda birkaç defa görüşebileceğimizi onun benden çok daha iyi bildiğini anlayamazdım.
Tek başıma kalacağım düşüncesi onun içinde fırtınalar yaratmış olabilirdi. Yaşım henüz 12, elinden kayıp gidiyor olmam onun için bir ıstırap, çözümsüz bir süreç, ne kadar süreceği belirsiz bir ayrılığın başlangıcı.
KARMAŞA
Ben bu ayrılığın 37 yıl süreceğini asla tahmin bile edemezdim o çocuk aklımla. Kimse bana ne olacağımı ve yönümün nereye doğru gideceğini de doğru dürüst söyleyemeyecekti.
1970’li yıllar çok sıkıntılıydı. Çocuktuk ama terörden en çok etkilenenler arasındaydık. Yeterince okul olmaması nedeniyle ben ilkokulu o zamanın deyimiyle “üç tedrisat (sabahçı-öğlenci-akşamcı)” sistemde okumuştum.
İlkokul olmasına rağmen yetersiz ve çoğunlukla boş geçen dersler, sürekli değişen farklı görüşte öğretmenler, sol-sağ çatışmaları, birbiriyle küs siyasiler yüzünden yaşadığımız ekonomik sıkıntılar, ekmek-yağ-pirinç-sigara kuyruklarında bekleşen çocuklar, ayrıştırılmış mahalleler, var olan çocuk bahçelerinde oynayamayanlar, silah sesleri, yerlere akmış kanlar arasında yürümek benim görüp yaşadıklarımın arasındaydı.
İlkokuldayken eve gidene kadar değişik duvarlara boya ile yazılmış “Bağımsız Türkiye – Faşizme Ölüm – Komünizme Ölüm – Tek Yol ……., Yaşasın POL-DER – Yaşasın POL-BİR gibi yazıların ne olduğunu anlamlandıramıyordum ama eve her girişimde beni hararetle kucaklamasından sıkıntılı bir bekleyiş içinde olduğunu anlayabiliyordum.
Ortaokulda okuldan çıkışımız polis koridorunda akşam 5.30 dan sonra olabiliyordu. Kar çok yağardı o zamanlar. Yoğun karlı olan günlerde hava sisli ve puslu olurdu. O dönemlerde Ankara’da inanılmaz bir hava kirliliği vardı. İs mi duman mı ne olduğunu çocuk aklımızla kestiremediğimiz karanlık duman ciğerlerimizi yakıp geçerdi. Bu tür akşamlarda nereden geldiğini bilmediğimiz kurşunlar rastgele oraya buraya saplanırlardı. Bir keresinde o kurşunların birisi yanımdaki arkadaşımın kalçasına saplanmıştı, bir diğeri ise başka bir arkadaşımın omuzuna. Küçük bedenlerimizle onları sırtımızda okul içine taşıyışımızı unutamam.
O evde telaş içerisinde döneceğim saati bekler ama hiç bir şey olmamışçasına güler yüzle yemeğimi masaya hazırlardı. Huzur işte buydu, sıcaklık.
Karmaşanın huzuru tarif edilebilir mi? Yaşayan var mı? Onda anlamlı fırtınalar, kasırgalar; bende anlamsız sütliman deniz.
Biz yaşadık.
1980 öncesini yaşayanlar anlattıklarımı anlarlar.
1975 doğumlular ve sonrasındakiler, şimdikiler anlayamazlar
Siyasi figürlerin birbirleriyle çatışması toplumu da bölmüştü. Çatışma sadece sokakta değil kurtarılmış mahalleler/semtler/ilçeler arasında da devam ediyordu ve kabul etmekte zorlanacağınız bir kader üzerindeki ince ipte yalnız yürümeye zorlanıyordunuz. Ama düşmek neredeyse garantiydi.
ZORLU KİŞİSEL EĞİTİM POLİTİKAM
Vatan herkes için korunması ve kurtarılması gereken bir satıhtı ve askerler toplum içinde en güvenilir apolitik insanlardı. Okumaya devam etmeliydik. Ama ….!
Aileler çocuklarının tek kurtuluşunu askeri okullara vermekte görüyordu. Orada siyaset ve çatışma olmayacak, dersleri düzenli olacak ama en önemlisi çocukların hepsi okul içinde güvende olacaklardı.
Yüz binlerce çocuk ve genç ortaokuldan/liseden sonra fen liseleri giriş sınavından sonra tüm askeri okulların sınavlarına ve mülakatlarına girerlerdi.
Okulda öğretmenlerimizin yönlendirmesi, aile toplantılarının sıkça konuşulan konusu olduğu için ister istemez ben de aynı yönde ilerlemek zorunda kaldım. Ama benim güvenliğim için onun kendi acısını içine gömeceğini hissedemiyordum, anlayamıyordum.
Dönem itibariyle doğru dürüst dershane yoktu, sadece bir iki adet sınava hazırlık kitabından başka çalışma kitabı da yoktu. Şimdi bu satırları yazarken aklıma birden o dönemin 40×40 isimli bir test kitabı geldi .
Dünyada var olan gelişmiş iletişim sistemleri henüz Türkiye’de dünyaya gelmemişti. Evlerde sabit telefon yoktu, olması ise bir lükstü. O lükse ancak çok uzun yıllar bekleyerek kavuşuyordunuz. Henüz il ve ilçelerin telefon bölge kodu yoktu. En hızlı iletişim vasıtası yıldırım telgraf ve telgraf, ondan biraz daha yavaşı ise mektuptu. O dönemde “Mektupla Öğrenim” de vardı. Yurtdışı ile diyalog kurabilmek neredeyse imkansızdı. Öğrenmek veya sormak istediğiniz bir şeyin cevabını almak aylar sürebilirdi. Ağızdan çıkan söz, kağıda dökülmüş yazı, yaşanmış deneyimler, ilerlemiş yaş ve görmüş geçirmişlik değerliydi, paylaşılırdı, güvenilirdi.
Ortaokul mezuniyetimden sonra girebileceğim her sınava başvurdum. Ankara Polis Koleji, Öğretmen Okulları, Turizm Meslek Liseleri, Ankara Fen Lisesi, Kuleli Askeri Lisesi, Deniz Lisesi, bütün Astsubay Hazırlama Okulları (Mızıka, Elektronik, Muhabere, v.s.). Sınavlara giriş öncesinde el ile doldurduğumuz “Başvuru Formları”na eklediğimiz onlarca vesikalık fotoğraf ve iadeli taahhütlü posta masrafları saymaz isek; parasız olarak girdiğimiz bu sınavlarda herkes gibi kendimizi test ediyorduk, seçim şansımızı artırmak istiyorduk. Çok daha ilginci bu sınavlara girenlerle birçok yerde karşılaşıyorduk ve arkadaş olmuştuk. Anlamasak bile sosyal bir deneyin kobaylarıydık, yetersiz iletişim kaynağı zafiyetini aramızdaki kurduğumuz bağ sayesinde aşmaya çalışıyor, paylaştığımız bilgileri ulaşabildiğimiz en değerli bilgiler olarak kabul etmek zorunda kalıyorduk. Karar verme sürecinde bu bilgiler çok lazım olacaktı.
Sonuçta ilk girdiğim sınav olan Fen Lisesi sınavı hariç tüm sınavları kazandım.
Seçim yapmam gerekiyordu.
PACIFIC PRINCESS
9 Mayıs 1970’de Batı Almanya’da Nordseewerk Emden tersanelerinde Sea Venture adıyla denize indirildi. 1975-2002 yılları arasında Pacific Princess adıyla hizmet verdi.
Pacific Princess gemisi plato olarak kullanılarak “Aşk Gemisi (Love Boat)” adı altında 1977 yılından 1986 yılına kadar 250 bölüm süren ve kruvaziyer bir gemide geçen eğlenceli ve mizah dolu bir dizi çekimi yapıldı. Dünya çapında oldukça ilgi gören dizi turizm sektöründe yeni bir anlayışın gelişmesine de neden oldu.
TRT televizyonunda da “Aşk Gemisi” adı ile gösterilen dizi Türkiye’de de çok sevildi. Akdeniz limanlarında dolaşan gemide koşuşturan mürettebatın bembeyaz elbiseleri, uğranılan limanlar, genç ve henüz meşhur olmamış bir çok oyuncunun yer aldığı farklı bölümler ilgimi çok çekmişti. Geminin kaptanı Kaptan Stubbing köprüüstünde dururken bazen kendimi onun yerinde hayal ederdim.
KARAR
Ankara’da yaşıyordum. 13 yaşındaydım. Halikarnas Balıkçısı’nı, Turgut Reis’i okumuştum. Ne güzeldi süngerciler, dalgıçlar, balıklar, bilge insanlar, mitoloji, tanrılar, yarı tanrılar, her şeye kumanda eden Zeus ve Kronos.
Kıbrıs Savaşı’nda yaşadığımız sıkıntıları da hatırlıyordum. Gündüz gözüyle deneme sirenleri insanın içini sızlatırdı. Ne zordu karanlıkta yaşamak Ankara’nın ortasında. Arabaların farları mavi, perdelerimiz simsiyah olmuştu.
Denizci olursam fiilen bu sıkıntıların içinde olabileceğimi değerlendiremiyordum. Dahası bir savaş gemisini asla hayal dahi etmemiştim. Önümde nasıl bir yol olabileceği hakkında yalan yanlış bir kısım bilgiyle donatılmıştım. Diyorum ya Pacific Princess olmasa bile başka bir beyaz gemide, sütliman denizlerde, Akdeniz’de veya Karayip Denizlerinde bembeyaz elbiselerle Kaptan Stubbing’in yerine ben köprüüstünde olacaktım.
Hani Annem “Emin misin?” diye sormuştu.
Ben de yarı bilinçli, yarı bilinçsiz bir şekilde “Evet” demiştim.
Annemle bir yıl önce yaptığımız konuşma aklıma geldi. Hani o Elvis’i kaybettiğimiz gün, onun mahzunlaştığı gün, başını usulca eğdiği gün. Heybeliada’ya gideceğimi söylediğim gün. 16 Ağustos 1977.
Evet Deniz Lisesi’ni seçmiştim. 37 yıl sürecek ayrılığımızın başlangıcı o gündü. Ve O bunu biliyordu.
“Gitme” diyemedi,
“Gitmiyorum” diyemedim.
9 Ağustos 1978 akşamı Heybeliada’ya ulaşmak üzere Ankara otogarından “Gazanfer Bilge” firmasına ait otobüse bindim. 10 Ağustos 1978 öğleye doğru Deniz Lisesi’nin kapısından içeri girerek 28 yıl sürecek bir serüvenin içine yalın kılıç dalıverdim.
8 yıllık okul hayatım boyunca gözü hep üzerimde oldu. Her zaman olduğu gibi sadece benim için değil tüm arkadaşlarım için de şefkati birinci sıradaydı. Ama zor zamanlar için sakladığı kartal pençeleri de yok değildi.
Denizlere açıldım. Zamanla iletişim imkanları hızla gelişti, Ankara’daki evimize telefon bağlandı, telgraftan jetonlu telefonlara, oradan da kartlı telefonlara geçtik. Daha sık haberleşir olduk, buna istinaden daha az görüşür olduk. Her arayışımda “iyi misin?” diye söze başlar, aynı soruyu defalarca sorar, vedalaşmamızda sadece bana değil tüm denizcilere bin bir türlü hayır duası ederdi.
Hep içimde ona doyamamamın özlemi, kavuşamamamın acısı, yalnızlığımın huzursuzluğu vardı. Onun benden her zaman daha fazla acı çektiğini kesinlikle biliyordum. Üzülmemem için katlandığının da farkındaydım. Yakaladığım her fırsatı değerlendirmek istedim, elimden geldiğince bir saat de olsa görüşebilmek en değerli hazineden daha değerliydi. Eksik kaldığını biliyordum ama fırsat yaratmaya çalıştım.
Kusursuz bir planlayıcıydı. Nasıl oluyordu da hiçbir ayrıntıyı unutmuyordu. Kimsenin özel gününü unutmuyor, bir ay/yıl sonra yapacağımız bir faaliyeti en ince ayrıntısına kadar düşünüyor, kusursuz bir lojistik planlama yapıyor, ihtiyaç duyabileceğimiz her şeyi kimse farkında olmadan alıyor, bunların haricinde küçük sürprizlerle herkesi mutlu ediyordu. Bu ince kadını, insanlık ve kişilik özürlü olan bir kadın hariç, herkes doymamacasına severdi.
KAVUŞUP AYRILMAK
Yıllar geldi geçti, ben emekli oldum, değişik işlerde çalıştım. 9 yıl da öyle geçti. Ama hala ayrıydık. İş, güç, ıvır zıvır hayatımızı yönlendiriyor, çarklar arasında eziliyorken ayrılığa bir son vermek istedim.
İstanbul’da 2015’de buluştuk. 37 yıl sonra yan yanaydık. Yanımızdaki daireye taşıdım annemle babamı. Nasıl da mutluydu. Yaşadığımız bunca ayrılığın acısını çıkarmak istedik. İmkanlar elverdiğince beraber olduk, oturduk konuştuk, dertleştik, iş güç yüzünden ara sıra yine ayrı kaldık. Ama en azından yanımdaydı. İstediğim zaman görebilme imkanına sahiptim.
2019 yılı sıkıntılı başladı. Sağlık sıkıntıları başlamıştı. Düzeltilebilir, iyileştirilebilir ümidi ile doktora gittiğimizde dönüşü olmayan bir yolda hızla ilerlemiş olduğunu üzülerek öğrendim.
Kendisine hiç bir şey söylemedim, söyleyemedim. Elimi sıkıca tutup “Beni bırakma” dediğinde okyanusta kabarıp yükselen koca bir dalganın beni içine alıp yutmasını çok istedim. Umutsuz karanlıklarda hıçkırarak ağladım defalarca. Gelmesini hiç istemediğim sabahların güneşleri doğdu.
Sonu engelleyemeyeceğimi çok iyi biliyordum, ama süreyi uzatabilir miydim? Bu soruya cevap bulabilmek için en ufak umutlara bile kuvvetlice sarıldım.
İlerleyen zaman içinde sağlığında olumlu değişiklikler oluyor, seviniyordum. Ağırlaşıyordu, panikliyordum. “Acaba o zamana geliyor muyuz?” diye.
Birbirimize daha çok zaman ayırıp konuştuğumuzda benden kendisine gemileri, çalıştığım yerleri anlatmamı isterdi. Nasıl gidiyorlardı, nerelere gidiyorlardı, kimler çalışıyordu, çalışan arkadaşlarımın durumları nasıldı, aileleri nasıldı? Merak ettikleri bunlar ve daha fazlalarıydı hep. Kendisine tanıştırdığım bütün arkadaşlarımı hatırlardı. Anlatırdım istediklerini.
Tüm ayrılıklar zamansızdır. Her ayrılık içinde bir acı taşır, gönlüne saplanır da çıkaramazsın. O zamana yaklaşmayı, o saplanacak acıyı duymayı istemiyordum, kabullenmiyordum, hatta olmasını imkansız hale getirmeyi düşünüyordum. Bu düşüncelere sahipken birden ağırlaştı.
83 yıl önce bir Kadir Gecesi’nde doğmuştu. 83. yaşına girdiği gün hastaneye yatırdık. Oradan yoğun bakıma aldılar. Günde sadece 5 dakika görüşebildiğimiz 7. günde sabah erkenden gidip ellerini, yüzünü, ayaklarını ağlayarak öptüm. Aynı gün olan 10 Mart 2020 günü son sıcak kavuşmamıza şahit oldu.
Arşipel’de yaptığım gece seyirlerinde vardiyam haricinde kaldığım zamanlarda başüstüne veya kıçüstüne gider, sırtüstü güverteye yatar gökyüzünü seyrederdim. Yıldızların dans ettiği gecelerde sıklıkla meteorlar (halk arasında yıldızlar) arkalarında uzun bir ışık bırakarak kayarlar, sonra kaybolurlardı. Derlerdi ki “herkes için bir yıldız kayar”. Benim yıldızım kaydı. Gecenin içinde ateş gibi yakamozlar pruvadan sancak iskele yönüne akarlardı. O ateşim de söndü. O saate kadar çocuktum, ama artık büyük oldum.
Benim yüzümden benden daha çok denizlerde dolaştığına inanıyorum. Çünkü onunla konuşmadığımız zamanlarda beni hep denizlerde geziyor zannediyor, benimle kendi seyrine devam ediyordu.
Ebediyetinden bir hafta sonra eşyalarını toparlarken dolabından ahşap küçük bir sandık çıktı. Açtığımda içinden denizci anahtarlıkları, armaları, bröveleri, kravat iğneleri, bir çift armalı kahve fincanı ve sayamayacağım kadar çeşitli denizci eşyaları çıktı. Hiç bilmiyordum böyle bir merakının olduğunu. Bilseydim yağdıracağımı belli ki o da biliyordu.
Ruhun Şad, Mekanın Cennet Olsun Denizci Annem.
Bu yazım 26.4.2020 tarihinde Deniz Ticaret Gazetesinde yayınlanmıştır.