OSMANLI’NIN İLK GİZLİ DENİZ HAREKATI
OSMANLI’NIN İLK GİZLİ DENİZ HAREKATI.
AMASRA’NIN FETHİ
Önceden, eskiden, geçmiş yıllarda, 35 yıl önce (yani 1988 yılında, kendi ilk gidişim), Bartın’ı geçip Amasra’ya doğru ilerlerken çıkmaya başladığım yokuş dikliğini kaybedip aşağı doğru döndü. Kafam ister istemez yolun sağ tarafındaki kayalara kazınmış Bizans kartallarına doğru döndü, ben arabanın camından onları görebilmek için gözlerimi sağa sola doğru hareket ettirdim, vücudum ileriye gidiyor, gözlerim aykırı hareket ediyor ki bu bir muammaydı.
Amasra 1955
İşte o an arabadakilerin hep bir ağızdan “deniz göründü” demesi ile tuzağa yakalanmış oldum. Kafamı bir anda sola çevirip denizi gördüm ama başım da hızla dönmeye başladı.
Kimine göre bu durum ayakların yerden kesiliş anıdır, bir başkasına göre deniz sarhoşluğudur, ama çoğunlukla; görülen muazzam manzaranın kalpte yarattığı ani basınç artışından kaynaklanan baş dönmesidir.
Benim yaşadığım döngünün aynısını 1460 yılında Fatih Sultan Mehmet de aynı yerde yaşadı, yanındaki lalasına “Lala, Çeşm-i Cihan bu mu ola?” dedi.
53 gün süren ağır bombardıman altında hala metanetini koruyan Bizans’ın bu metaneti nasıl sağladığını düşünen 2. Mehmet bir türlü işin içinden çıkamıyordu. Konstantinapol direniyordu ama bir yandan da hiçbir şeyleri eksik olmuyordu. Galata’da yerleşik Cenevizliler Bizans’ın tüm ihtiyaçlarını serbest ticaret hakları kapsamında karşılıyorlardı. Sonra durum anlaşıldı, kaynak Amasra idi ve burada bir Ceneviz kolonisi bulunuyordu.
Amasra 1955
2. Mehmet Amasra’nın bu özelliğini öğrenince çok gizli bir plan yaptı. Birkaç yıldır Karadeniz’de dolaşan donanmasının başındaki Sadrazam Veli Mahmut Paşa’ya belirli etaplarda açması için birçok gizli yazılı emirler gönderdi. 100 kadırga, 50 mavna, 30.000 deniz askeri nereye ve ne için gidildiğini bilmeden Karadeniz’de dolaşıp durdu ve bir gün Amasra önlerine geldiler. O gün sürpriz bir şekilde kimsenin nerede olduğunu bilmediği 2. Mehmet de oradaydı, bir top atışı dahi yapılmadan şehir kendiliğinden teslim oldu. Gizlilikle yürütülen harekât tam bir başarıya ulaşmıştı. Birkaç yüz kişiden oluşan Cenevizliler gemilerle İstanbul’a gönderildi.
Tarih boyunca, sahip olduğu liman sayesinde çevresine; kereste, şimşir, kürk ve ton balığı ihraç eden Amasra; bu ticaret potansiyeliyle Osmanlı Devleti’nin gözbebeği oluverdi.
Amasra Müzesi
Hiç unutmuyorum, o zaman Amasra’da gezerken çok güzel bir binada “Amasra Müzesi” ile karşılaştım. 1982 yılında kurulmuş. Çok severim müzeleri gezmeyi, girişte para isteyen kimse olmadı, öylece elimi kolumu sallayarak içeri girdim. Avrupa’da da birçok müzelere gitmiştim. Gördüğüm büyüklüklerin içini dolduran eserler o küçücük binanın içindeki güzelliklerle karşılaştırılamazdı bile. Henüz kamera sistemi diye bir şey yoktu. Eserler öylece açıkta sergileniyordu. Basit ahşap kutuların içinde sergilenen eski paralara dokunmuştum da kendi kendime şaşkınlık yaşamıştım.
Bu benim Amasra’ya ilk seferimdi. Her yerini yürüyerek dolaştım. Sonrasında çok defalar daha gittim. Sabah rüzgarının tazeliği ile dolan ciğerlerinizin size verdiği zevki çok az yerde yaşarsınız. Sürekli renk değiştiren ve hiçbir renk kataloğunda bulamayacağınız yeşil renginin tonlarıyla bir aşk dansı yaparsınız da sizi deli zannederler. Baş dönmesinin gerekçeli kaynağıdır Amasra.
İnsanoğlu işte derler “çiğ süt emmiş”. Allah’ın büyük bir nimeti de Karadeniz’in tüm kıyılarının kömür yatağı olmasıdır. Kömür hikayesi çok kocaman ve acıklı bir film gibidir ve burada bizim konumuz değildir.
Çeşm-i Cihan’ın ortasına, yeşilliklerin en güzellerinin arasına, mutlu insanların ciğerlerine ihanet edercesine termik santral yapmaya çabalıyorlar. Bu nasıl bir ihanettir? Torunlarımızın hakkını nasıl bir avuç gözü dönmüş para kolonilerinin ellerine teslim ederiz?
Şimdi Amasra’ya gidin, baş dönmesi sarhoşluğunun yerine yokuşun inişinin sağ tarafında karanlık kocaman bir hançerin Amasra’nın bağrına sokulduğunu göreceksiniz.
Amasra Salatası
Halbuki;
Amasra’da, deniz kenarında, herhangi bir balıkçıda tavada mısır unlu tekir siparişini verip beklerken sanki cennet bahçesinin çiçekleriyle bezenmiş bir salata gelir önüne, bir anda balığı da unutursun hayatı da.
Balık salata bitince tatlı gelir. Ama orada öyle bir tatlı vardır ki ağzın açık bakakalırsın. Bir tabak sert yoğurdun üzerine beş yemek kaşığı Karadeniz balı, onun üzerine de bir kaşık çekilmiş ceviz.
Hırçın Karadeniz’in kıyıyı umutsuzca döven dalgalarının sahip olduğu hırs o tatlıyı yedikten sonra içinde yanan ateşin alevleri karşısında sadece biçaredir. Sanırsın ki sular uçacak, dalgalar gömülecek, ellerin gökyüzünde parlayan bir öbek yıldızı avucunu uzatıp alırcasına sema ederek havaya kalkacak, yüzünü yalayıp geçen rüzgâr umutsuz kalacak.
Varoluşun içindeki kendi küçüklüğün o anda seni ezemez, yaratana sığınıp içini yararcasına Karadeniz’e haykırırsın. Ateş seni kavurur ama insansın, yaratandan yana yanamazsın, ılıkken kaynar sıcak, küçücükken dev, yaşlıyken genç oluverirsin.
Küçülemezsin, irileşirsin, teslimiyet ve biat en zenginin sahip olamayacağı mücevherdir o an senin için. İçin ılımaya başlar, şükredersin,
Öze ulaşamamanın çaresiz çırpınışları, girip gecenin koynuna gündüze kavuşamamak kadar anlamlı olabilir mi?